Evvel zaman içinde, bilinmeyen bir ülkenin bilinmeyen bir yerinde, kulplu bir çay bardağıyla onu çok seven bir sahibi varmış…
Günlerden bir gün kulplu çay bardağı dile gelmiş:
Ben bir kulplu çay bardağıyım. Kulpumun çok yakıştığını söylerler. Kulpumu seviyorum; hem sahibimin elini yanmaktan da koruyor… Sahibimi de çok seviyorum…
Sahibim bir gün, içime çay doldururken beni elinden düşürdü. Ben, artık ben değildim; paramparça olmuştum… Sahibim buna çok üzüldü. Söylene söylene düştüğüm yerden parçalarımı toplamaya başladı…
Aman Allah’ım, o da ne! Sahibimin çığlık atmasıyla birlikte uçmaya başladım. Hem uçuyordum hem de sanki bir kapıdan içeri çekiliyordum… Ne yaşıyordum böyle? Karanlıklar içinde kalmıştım.. Küçücük bir parçaydım, ama hiç kırılmamış gibi hissediyordum…
Kapıdan içeri girdiğimde bir ıslaklık hissettim. Üstelik gittikçe çoğalıyordu… Bir derenin içinde gibiydim. Birden üzerimde bir baskı hissettim. Beni eziyordu. Canım çok açıyordu… Baskı çoğaldıkça, ıslaklık azalıyordu… Sanırım derede değildim… Sonunda baskı azalmaya başladı; artık ıslaklığı da hissetmez olmuştum…
Karanlığa alışmaya başladım. Etrafıma bakındım. Bir de ne göreyim?… Şaşkınlıktan gözlerim fal taşı gibi açıldı. Garip giysili bir grup ucube ellerinde mızrakları ile bana saldırmaya hazır gibi bekliyordu. Ne yapacağımı düşünürken, birden gözlerimin önünde bir şimşek çaktı. Gök gürültüsünü benzer bir ses duyuldu. Ortalığı kocaman bir toz bulutu sardı. Ayak sesleri giderek yaklaşmaya başladı; belli ki kalabalık üzerime geliyordu… Sonra “Çın” “çın” sesleri duyulmaya başladı…. Ellerindeki mızraklarla beni dürtüyorlardı… İtmeye başladılar… Toz bulutları arasından görüntüleri seçmeye başladım. Hepsinde farklı giysiler olan ucubeler beni atmaya çalışıyordu. Nerede olduğumu bilmiyordum; zaten ben de buradan çıkmak istiyordum. Kaçmaya başladım. Koştum koştum…Bir de ne göreyim ben koştukça etrafımda dağlar, önümde engeller oluşuyordu, yol gittikçe daralıyordu. Tepelerden aşmaya çalışmak beni zorluyordu. Koştum koştum… Koştukça aynı engelleri aşmaya çalışıyor ve bir taraftan da sağdan soldan üzerime gelen, arkamdan itmeye çalışan ucubelerle de uğraşıyordum… Geri dönmeme de izin vermiyorlardı… Bir şekilde buradan çıkmalıydım…
Üzerinden epey zaman geçti; kaç gün bilmiyordum. Koşmaya devam ederken, hafiften bir ışık belirmeye başladı. Daha hızlı koşmaya başladım. Işığa doğru koştum, koştum, yeniden beliren tepeler, toz bulutları ve bir de bunlara eklenen çirkin bir kokuyla… Işık giderek artıyordu. Üzerime atlamaya çalışan ucubeler beni yıldırmıyordu artık… Işık! Işıkkk! Doğru yoldayım! Bir kapı açıldı ve hooopp! Atladım! Çıktımmm sonundaa!!…
Artık güvendeydim… Olduğum yerden yukarı baktığımda; gördüğüme inanamadım… Sahibim parmağına buz koyuyordu… Suratı asıktı, kaşlarını çatmıştı ve gözleri de ıslanmıştı…
Sahibimi seviyordum, ama bunu ona nasıl yapmıştım? …
Sahibime nasıl yabancı hale gelmiştim de, onun canını bu kadar çok yakmıştım?…
Nasıl oldu da bir kulplu çay bardağıyken; kulpu kırık; paramparça olan bir çay bardağı haline gelmiştim?…