
Ege’nin turkuaz sularına bakan, begonvillerle sarılmış eski bir taş kasabada, herkesin “Bilge Şifacı” dediği bir hekim yaşarmış. Bu hekimin şifası sadece otlarda, ilaçlarda değil, aynı zamanda kelimelerinde ve gözlerindeymiş. Kasabanın tam tepesinde, denizi ve zeytinlikleri gören taş bir evi varmış. Bu evin en büyük özelliği ise dünyaya açılan kocaman, ahşap çerçeveli penceresiymiş.

Bilge Şifacı, her sabah o pencerenin önüne oturur, elindeki fincandan bir yudum alır ve dışarıyı seyredermiş. O, sadece denizin dalgalarını ya da rüzgarda sallanan zeytin yapraklarını görmezmiş. O, dükkanına dalgın giden fırıncının omuzlarındaki yükü, okul yolunda zıplayan çocuğun dizlerindeki yaradan çok yüreğindeki sevinci, limana yanaşan tekneden inen balıkçının yüzündeki yorgunlukla karışık umudu görürmüş. Her bir gözlemini, zihnindeki sedef kutuya bir “inci tanesi” olarak atarmış.

Bir gün kasabaya tuhaf bir dert musallat olmuş. İnsanlar yorgun uyanıyor, en sevdikleri yemeklerden tat alamıyor, içlerinden gülmek gelmiyormuş. Diğer hekimler çeşit çeşit şuruplar, ilaçlar denemişler ama kimsenin derdine derman olamamışlar. Sonunda herkesin yolu, Bilge Şifacı’nın kapısına çıkmış.
Şifacı, gelenleri tek tek dinlemiş. Ama onlara ne hastalıklarını ne de belirtilerini sormuş. Bunun yerine, “En son ne zaman bir çiçeği uzun uzun kokladın?” demiş birine. Diğerine, “Anlat bakalım, çocukken seni en çok güldüren anı neydi?” diye sormuş. Bir başkasına, “Denizin sesi sana ne fısıldar, hiç kulak verdin mi?” demiş.
Herkes şaşkınmış. Şifa bulmaya gelmişler ama Şifacı onlara unuttukları anıları, fark etmedikleri güzellikleri soruyormuş.

Sonunda hepsini toplamış ve o meşhur penceresinin önüne getirmiş. Demiş ki: “Derdinizin ilacı benim heybemde değil, sizin kalbinizde. Her biriniz birer inci tanesini kaybetmişsiniz. Kimi neşesini, kimi umudunu, kimi de şükretmeyi unutmuş.”

Sonra pencereyi işaret ederek eklemiş: “Bakın şu pencereye. Ben her gün buradan hayata bakar ve onun bana sunduğu küçük incileri toplarım. Şifa, sadece bedeni iyileştirmek değildir. Şifa, ruha kaybettiklerini geri vermektir. Şimdi gidin ve kendi pencerelerinizden bakıp, hayatın size sunduğu inci tanelerini bulun. Bir dostun gülümsemesi, sıcak bir ekmeğin kokusu, bir çocuğun kahkahası… İşte sizin ilaçlarınız bunlar.”

Kasaba halkı o gün, şifanın sadece bedende değil, ruhun derinliklerinde başladığını anlamış. Herkes kendi hayat penceresinden bakıp unuttuğu o küçük ama değerli incileri tek tek bulup kalbine yerleştirmiş. Kasabaya yeniden renk, neşe ve tat geri gelmiş.
Ve Bilge Şifacı, penceresinin önünde gülümseyerek olanları izlemiş.
Çünkü biliyormuş ki en büyük şifa, insana kendi içindeki gücü ve bilgeliği hatırlatmakmış. Tıpkı sizin de kelimelerinizle yaptığınız gibi…
|
|